30 Eylül 2010 Perşembe

R. WIEN 1-2 BEŞİKTAŞ --- BEŞİKTAŞ YOLA DEVAM


Beşiktaş bu sezon önceki yıllara göre zevk veriyor ilk olarak bunu söylemek gerek. Ben Beşiktaş'ın transfer mentalitesi başta olmak üzere bu sezonki yapılanmasını Galatasaray'ın son 2-3 sezonki icraatlarına benzetiyorum sezon başından bu yana. Dolayısıyla Galatasaray'ın geçen sezon başta iyi gidip sonradan yaşadıklarını bu sezon da Beşiktaş yaşayabilir, büyük ihtimalle de yaşayacak. Yalnız bu akıcı, göze hoş gelen bir futbol ortaya koydukları gerçeğinin önüne geçemez. Bernd Schuster'in yaptığı rotasyonlar da şu ana kadar önemli bir falso vermedi ve bu rotasyonlar dahil Beşiktaş, şu ana kadar geçen sezonki Galatasaray'a çok benzer bir görüntü oluşturuyor. Beşiktaş'ın Galatasaray gibi düşüşe geçmeden yoluna devam etme ihtimali var mı dersek, elbette var ama bence düşük bir olasılık. Sahaya çıkan Beşiktaş kadrosunda Aurelio'yu saymazsak 3 Türk oyuncu vardı: Hakan, Toraman ve Üzülmez. Bu sayı Rapid'de de 3'tü: Tanju, Yasin ve Veli. Bu da ilginç bir not.

Açıkçası sahaya derli toplu bir kadro seçimiyle ama kesinlikle kazanmak için çıkmış bir Beşiktaş vardı. Beşiktaş'ın bu sezon UEFA'da yaptıkları çok önemli zira GS, FB ve TS'nin elendiği, Bursa'nın maalesef eleneceği bir sezonda hatırı sayılır puan getirebilecek tek takım olarak kalmış durumda Beşiktaş. Sahaya kazanma bilinciyle çıktı ve kontrollü seyreden maçın daha baskın tarafı oldu ilk yarıda Siyah-Beyaz. Quaresma ve Bobo ile pozisyon ararken Aurelio, Ernst hatta Tabata ile orta saha hakimiyetini de asla kaybetmemeyi başardı. Bu da 9 kişiyle savunmayı düşünen Rapid'in kontra bulma ihtimalini neredeyse imkansızlara götürmüş oldu. Aslında Quaresma sakatlanmasa ilk yarının geri kalan bölümünde daha etkili bir Beşiktaş seyredebilirdik. İlk yarıdan sonra yine kontrollü futbolun devam edeceği görüntüsü vardı ama maç 2.yarıda bir anda çok hızlandı. Bu arada Yasin Pehlivan'ın asistinde Veli ile golü bulan Rapid tempoyu düşürmeyi başaramayınca ortaya tam Beşiktaş'ın istediği futbol çıktı. Defansın arasına sarkma konusunda bir expert olan Holosko 3 kez kaleciyle karşı karşıya fırsat yakaladı ve sadece birini değerlendirebildi, bencillik yapmasa bunların hepsi gol olabilirdi. Neyse ki bir diğer pozisyona bu sene çok formda olan Bobô girdi ve Beşiktaş galibiyete uzandı.

Sezon başında Galatasaray'ın almak istediği ve benim de gerçekten beğendiğim Veli Kavlak bu maçta kalitesini tüm Türkiye'ye göstermiş oldu. Yine Yasin de muhteşem fiziğiyle ön liberoda çok verimli bir futbolcu. Biraz yavaş belki ama fiziğiyle bunu kapatıyor. Sol bekte oynayan Tanju çok fazla görünmedi ve bugün etkili değildi. Ancak genel olarak iyi bir oyuncu. Bu oyuncuların hepsi Avusturya için oynuyor, sadece A Milli olmadığı için Tanju'nun bize dönme ihtimali mevcut.

Sonuç olarak Beşiktaş gayet iyi oynadı ve 6 puanla zirvede Porto ile yalnız kaldı. Porto ile liderlik maçları oynanacak, umarım Beşiktaş onları da kazanır, dahası en az çeyrek finale yükselir ve bu sezon erken elenerek bizleri çok üzen diğer takımlarımızın ülke puanındaki açığını kapatabilir.

29 Eylül 2010 Çarşamba

BRAVO CÜNEYT ÇAKIR


Şampiyonlar Ligi'nin önemli bir maçında bir Türk Hakem görmek çok güzel. Futbola önem veren bir ülke olarak başarıya bu sporda çok açız. Başarı denince akla ilk olarak takımlarımız gelse de Türk Hakemliği'nin durumunu düşününce, hakemlerimizin başarısına da takımlarımız kadar sevinmemiz gerekiyor. Şampiyonlar Ligi Yarı Finali'nde düdük çalan Ahmet Çakar'dan sonra bu seviyeye maalesef hakem çıkaramadık. Cüneyt Çakır bu yolda sağlam adımlarla ilerliyor, alkışlamak gerekir. Cüneyt Çakır'ın hakemliğini çok beğenir misin diye sorsalar, "iyi hakem ama 10 numara değil" derim ancak demek ki UEFA çok beğeniyor ve sürekli önemli maçlarda görev veriyor. Bu yolda ilerlerse 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası içinde kendine yer bulabilir. Bu da yine 1996'da bu görevi yapan Ahmet Çakar'dan tam 16 yıl sonra bizim adımıza büyük başarı olur. Bir kez daha tebrikler ve teşekkürler Cüneyt Çakır.

Maça gelirsek, tipik Barcelona maçından ziyade tipik bir Rubin Kazan maçı izledik. Normalde de çok hızlı oynamayan Rubin Kazan, güçlü takımlarla oynadığı maçlarda hızını iyice azaltıyor. Bunun yanında Barca'da Messi'nin olmaması bu takımı özellikle hız ve düşünme kapasitesi bakımından olması gerektiğinden fazla etkiliyor. Kontra atağa çıkmaya çalışan Rubin Kazan, Alves'in savunmada her zaman yaptığı dikkatsizliklerden birinde penaltı ile öne geçmeyi başardı. Golden sonra oyunda değişen çok fazla bir şey olmadı. Yine Barca üstünlüğünde oynanan yavaş futbol vardı, bir de Rubin'li oyuncuların Cüneyt Hoca'yı etki altına alma çabaları... 2.yarıda bu kez Barcelona penaltı ile golü buldu. Aslında Kazan, oyuna girdikten sonra Martins ile Barca savunmasını bir parça zorlamayı başardı ama bu 2.gol için yeterli olmadı. Barcelona'da Messi oyuna girdikten sonra birkaç pozisyon buldu ama her zaman çok beğendiğim kaleci Rhyzkov oldukça başarılıydı. Maçta en çok dikkatimi çeken nokta Fox Sports spikerinin R.Kazan teknik direktörü K.Berdyev için "religious coach (dini hoca)" ifadesini kullanmasıydı, gülümsetti. Cüneyt Hoca ile başladık onunla bitirelim. Bu seviyede aldığı ve 2 penaltı çaldığı maçı küçük hatalar dışında oldukça iyi tamamladı. UEFA, hocaya bu tarz maçları bu performanstan sonra daha büyük güvençle verecektir.

27 Eylül 2010 Pazartesi

JOSH SIMPSON


Manisaspor'un 2009 yazında Kaiserslautern'den aldığı Joshua Simpson, geçtiğimiz sezon da farklı bir oyuncu olduğunu göstermişti bizlere ama bu sezona çok daha farklı ve hızlı başladı. Kanada Futbolu'nun dünya futbol literatüründe yerinin olmaması Kanadalı Simpson'a ilk etapta farklı bir bakış açısıyla bakmamızı sağlıyor. Futbolun çok önemsendiği bir ülkenin insanları olarak, futbolun çok fazla önemsenmediği bir ülkeden çıkıp başarılı olmaya aday bir futbolcuya daha sıcak bakmamız doğal, Afrikalılarda olduğu gibi. Aslında Alman 2.Lig'inden gelmesi dahi Simpson hakkında önemli bi referans oluşturuyordu gözümde. Kanada Milli Takımı'nın da direk oyuncusu aynı zamanda. Geçen sezon Mesut Bakkal ile başlayan sonrasında Reha Kapsal ile devam eden gösterişten uzak, koşan, mücadele eden futbol anlayışında dahi, ki bu anlayış Simpson'a uygun değil, iyi futbolcu olduğunu ciddi anlamda belli etmişti. 36 maçta 8 gol kendisine uygun olmayan bir sistemde sol kanatta oynatılan bir futbolcu için hem de ilk sezonunda oldukça iyi bir istatistik. Manisaspor'un ligde kalmasında ve kupada yarı finale yükselmesinde en büyük paya sahip oyunculardan biri olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim 2009-2010 sezonu için.

Bu sene ise daha farklı bir Simpson izlemeye başladık. Aslında sezon başında takımın başına Hakan Kutlu gibi Simpson'a uygun olmayan daha doğrusu ne olduğu belli olmayan sisteme sahip bir teknik direktörün getirilmesi Kanadalı için iyi haber değildi. Yine sol kanatta oynayacak, tek forvete destek vermeye çalışacaktı. Hakan Kutlu'nun çok doğru bir operasyonla gönderilip yerine savunmaya önem verdiği kadar ön tarafı da önemseyen Hikmet Karaman'ın gelmesi Simpson'un önünü açtı. Karaman ile birlikte sol kanattan ziyade Makukula'nın çevresinde sağa-sola deplase olan 2.forvet gibi oynuyor Simpson. Çalım gücünün olmasının yanında fena sayılmayacak bir fiziğe sahip olması da bu pozisyonda çok daha verimli olmasının sebepleri arasında. Makukula gibi rakip defansların dikkatinin neredeyse tamamını kendi üzerine çeken bir oyuncunun ekürisi olmasının ekmeğini çok yiyecek bu sene. Trabzonspor ve Sivasspor karşısında 2 maça 4 gol sığdıran Simpson'un bu sene 15 civarı gole ulaşacağını öngörüyorum. Bu sayıya ulaşması Simpson'dan daha makbul olan Makukula ile çok can yakacaklar bu yıl, bir sakatlık olmazsa. Takiplemesi bizden...

26 Eylül 2010 Pazar

GALATASARAY 3-1 İBB --- 4 OLDU


4 galibiyet arka arkaya... Karpaty Lviv gibi bir takıma elendikten sonra açıkçası kimsenin beklemediği bir seri yakalamayı başardı Galatasaray. Takımın iyi futbol oynadığını söyleyebilir miyiz, net bir şekilde hayır. O halde nasıl oldu da bu galibiyetler alındı? Normal şartlarda biraz dişli bir takıma karşı oynarken, iyi oynasa bile çok rahat bir şekilde kaybedebileceğini de gördük Galatasaray'ın( bkz. Bursa maçı). Öncelikle Avrupa'dan elenmiş bir takım olarak tutunabileceğimiz tek dal olarak lig kaldı, onu da erkenden kaybetme lüksü yok Galatasaray'ın. Bu periyotta nispeten hazır olmayan takımlarla karşılaşması Galatasaray'ın çok lehine oldu, maksimum düzeyde faydalanmayı başardık bu durumdan. Bugünkü maça gelirsek, erken oluşan 3 farkta karşıda Belediye takımının olmasının payı büyüktü. Normalde çok dirençli ve tempolu bir takım olan Belediye erken gol yediğinde skorun altında fazlasıyla eziliyor ve zaman zaman ortaya 5-6 gollü mağlubiyetler dahi çıkabiliyor. Bu akşam da buna benzer bir skor oluşabilirdi lakin Galatasaray 2.yarı vitesi oldukça düşürdü, pozisyon bulduğunda da sayıya çeviremedi.

4 galibiyet kimseye takımın Frank Rijkaard'ın oyun sistemine alıştığı fikrini vermemeli. Maalesef bu sisteme değil 4 hafta 4 senede ancak alışılabilir. Oyuncularına kalitesiz diyen Rijkaard'ın rakiplerine genel olarak baktığımızda böyle bir şey söyleme hakkı yok. Karabük, Sivas, A.Gücü, Manisa gibi takımların olduğu bir havuzda yarışırken ve kadronuz bu havuzun en iyi kadrolarından biriyken bu sözü söylerseniz size gülerler. Ancak Dutchman'ın haklı olduğu nokta şu; Bu takım Rijkaard'ın oynatmak istediği futbolu oynayabilecek kadar kaliteli değil. İşte teknik adamlık dehasının ortaya çıkması gereken yer tam olarak burası... "Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy" özdeyişinde olduğu gibi sistemini, şablonunu değiştireceksin. Türkiye Ligi'ne daha uygun bir sistemi takıma yerleştirmeyi deneyeceksin. Bu saate kadar bunu uygulamayan Rijkaard'ın bu saatten sonra da uygulayacağını zannetmiyorum. Son ümidim Misimovic transferiydi, Misimovic'in de orta sahaya gömülerek oynatıldığını gördükten sonra Galatasaray'ın bu sistemde kalacağını ve bu sistemle asla bundan çok daha iyi futbol oynayamayacağını düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu 4 galibiyet ilerleyen haftalarda 4 beraberlik hatta 4 mağlubiyet de olabilir. İşin garip yanı kadro kalitesi rakiplere baskın geldiğinden üst üste birkaç galibiyet daha da gelebilir. Kısacası bu sezon Galatasaray'ın maçları "Var Mısın Yok Musun" misali, kutudan ne çıkarsa...

Saha içine geldiğimizde özellikle ilk yarının ilk bölümünde sağdan soldan yüklenen, istenen Galatasaray'ı görür gibi olduk. Bunda arka tarafa Lorik Cana'nın monte edilmesi ve Servet'in geçmiş haftalara göre çok daha derli toplu oynamasının payı büyük. Arka taraf sağlam olduğunda ön tarafa çok daha rahat çıkabiliyorsunuz. Genel olarak bakıldığında Pino, Aydın ve Misimovic çok etkili görünmese de kısa sürede 3 gol attı Galatasaray. Bu her zaman olmayabilir. Özellikle Serkan Kurtuluş'un ilk 2 goldeki katkısı üst düzeydeydi. Böyle devam ederse Sabri'nin sağ ön rotasyonu için düşünülmesini dolayısıyla yıllık 3.5 milyon avro alan Elano'nun da orta sahada tekrar rol çalmasını sağlayabilir. Aslında Elano'dan bir şey olmaz düşüncesi bende kesinlikle yerleşmiş durumda ama oynayan oyuncunun Ayhan olduğunu bilmek yok mu, ah... Baros'un 3.golü defalarca izlenilse dahi tadına doyulmayacak bir gol. Gole en çok kendisine 1 asist yazıldığı için Aydın Yılmaz sevinmiştir herhalde. Sayının yine fazla olduğunu kabul etmekle birlikte, son zamanlarda orta sahada geriye ve yana pasların en az yapıldığı karşılaşma gibi geldi bana. Sabri ve Arda'nın gelmesiyle bu sayı daha da azalacaktır. Sıradaki Karabük karşılaşması, deplasman, kötü stat, dişli rakip ve milli aradan önceki son maç olması itibariyle oldukça önemli ve tehlikeli. Her maç puan kaybetme ihtimalini ciddi ciddi yaşasak da itiraf etmek lazım, kazanmak çok güzel oluyor be!!!

25 Eylül 2010 Cumartesi

MAINZ FC - BİR MUCİZE DAHA


"Almanya'da garip şeyler oluyor" cümlesiyle başlayan, farklı konularla alakalı ciddi sayıda yazı yazılabilir daha sezon başında olmamıza rağmen. Bayern Münih'in sezona yine kötü başlaması, Wolfsburg'un ilk haftalardaki çöküşü, geçen sezonun göz dolduran takımı Schalke'nin önemli transferlere ve Magath'a rağmen sezona iyi girememesi, Van Nistelrooy'un geri dönüşü, Dortmund ve Nuri Şahin vs. Sonuncusu çok ilgimi çekse ve en kısa zamanda yazmayı düşünsem de şu anda çok daha önemlisi var: Mainz'ın sezona tabanca gibi başlaması. Kadroya baktığınızda "bu takım en fazla orta sıralara oynar" diyorsunuz. Belki ilerleyen haftalarda öyle de olacak, ama öyle olsa dahi bu takımın ligin ilk 6 haftasında yaptığı şov asla gölgelenyemeyecek.Kadronuzun kağıt üstünde en iyi adamları Andreas Ivanschitz ve Miroslav Karhan ise ligde 6'da 6 yapabilmek için kendinize çok şey katmanız gerekir. İşte Mainz takımı başta teknik direktör Thomas Tuchel olmak üzere bunu yaptı. Fuchs, Polanski, Schürrle, Holtby, Szalai gibi gençlerin sahada sanki uzun yıllardır Bundesliga'da oynuyormuşçasına durmasını sağladılar ve bu bence çok büyük olan bu başarı geldi. Kazanılan 6 maçın 3'ü deplasman ve sırasıyla Wolfsburg, Werder Bremen ve Bayern Münih ile. Özellikle 3-0 mağlup duruma düşmelerine rağmen kazandıkları Wolfsburg maçı şimdiden Bundesliga'nın altın maçları arasında yerini aldı bile.

Mainz bugün Bayern Münih'i devirerek kendine çok önemli bir misyon yüklemiş oldu: Zirve yürüyüşü. Orta sıralarda yer alması düşünülen hatta onun için dahi ancak savaşması beklenen bir takım geçen sezon Türkiye'de Bursaspor'un yaptığı gibi bir anda liderlik koltuğunda... Bundan 2 sene evvel Hoffenheim'in yükselişine benzer şekilde devre arasına kadar sürecek bir çıkış da olabilir, Bursaspor'unki gibi sezon sonuna dek süren ve mutlu sonla biten de. Ama ne olursa olsun Mainz düşük bütçeyle de olumlu futbol oynanabileceğini, küçük takımların sadece kapanmayı düşünmemesi gerektiğini gösterdi. Dahası Schalke'den kiralık gelen ve merakla beklenen Holtby'yi, daha şimdiden gelecek sezon için Leverkusen ile anlaşan Schürrle'yi futbol piyasasının göbeğine bıraktı. Bu sene lige harika başlayan Borussia Dortmund'a ve Nuri Şahin'e büyük ilgi duyarım ama hiç değilse bu sezonluk Mainz FC de en az onlara hissettiğim kadar ilgimi, desteğimi çekmeyi başardı. Forza Mainz FC!!!

21 Eylül 2010 Salı

BANK ASYA'YA GENEL BAKIŞ


Bu sezon Bank Asya ile ilgili genel bir değerlendirme yapmadım şimdiye kadar. Kendine özgü kuralları olan, çok kırıcı bir lig Bank Asya. Bu ligi bilmeden, kurallarına göre oynamadan başarılı olabilmek gerçekten oldukça zor, bu bağlamda geçen sene ilk sezonunda Süper Lig'e yükselen Bucaspor'u tebrk etmek gerek. Sezon başı yapılan transferler, hazırlık süreci ve ilk 4 maça baktığımda 3 takımı diğerlerinden ayırmak gerek diye düşünüyorum: Denizlispor, Boluspor ve Orduspor. Denizlispor, Süper Lig'den yeni düştü, kadrosunu gençleştirdi ve lige iyi girdi. Özellikle Youla'ya lisans verilmesinden sonra şu anda çok daha tehlikeli bir hale gelmiş durumda. Serdar Eylik'in orada olmasından dolayı daha da yakından takip ettiğim Denizlispor, Süper Lig için oldukça kuvvetli bir aday. Denizlispor yıllardır Süper Lig'de düşmeme mücadelesi veren bir takımdı, belki de böyle bir düşüş kulübün hedeflerini gözden geçirmesi açısından iyi bile olmuştur. Boluspor ve Orduspor ise birkaç yıldır bu ligdeler. Artık yönetimsel olarak Bank Asya mantığını oldukça özümsemeleri kendilerini bir adım öne çıkarıyor. Özellikle Boluspor'un Levent Eriş gibi bu lige tartışmasız en alışkın hocayla anlaşması onlar adına çok önemli. Kadro olarak baktığımızda da üst sıraları hak eden bir oyuncu toplulukları var. Bu kadronun Levent Eriş ile birlikte hakkını vereceğine inanıyorum. Forvette Fabiano, orta sahada Ferhat Kiraz ve Sefa Aksoy kaledeyse Atacan Bolu'nun önemli isimleri.

Orduspor da Bolu'ya benzer şekilde ligi iyi bilen Uğur Tütüneker'i teknik direktörlüğe getirdi. Takımın en büyük avantajı Nedim Türkmen gibi ilgili bir başkana ve özellikle bu sezon Süper Lig'i çok isteyen bir şehre sahip olması. Kadro olarak da gereken kaliteyi sağlayan Orduspor'un geçen sezonlara nazaran daha başarılı olacağına ve en azından PLay-Off'lara kalarak şansını son ana kadar zorlayacağına inanıyorum. Akaminko, Muarem Muarem, sağ bek Abdullah ve Murat Akın Ordu'nun bu sezon büyük katkı verebilecek oyuncuları. Kürşat Duymuş, Volkan Arslan ve Ümit Bozkurt da bu lig için çok gerekli olan tecrübeyi takıma yansıtacak. Memleketimin takımı Akhisar Bld.'nin de ilk kez oynadığı bu ligde kalmasını istiyorum. Akhisar'da Muart Gürbüzerol'u takip etmek gerekli, potansiyeli var.

Bunların dışında Erciyesspor ve Rizespor da bu sezon geçen seneye göre oldukça istekli olacak. Hırs, çekişme ve sertlik isteyen herkesin ligi Bank Asya bu sezon biraz daha fazla kalite kokacak. Maçları TRT'nin vermesiyle daha çok kişinin bu ligi takip edeceğini, ilginin artacağını öngörmek de zor değil. Kısaca daha heyecanlı bir Bank Asya 1.Lig'i bizi bekliyor.

20 Eylül 2010 Pazartesi

FENERBAHÇE 1-1 BEŞİKTAŞ --- NE ŞİŞ NE KEBAP


İlk etapta kötü maç oldu gibi gelebilir ama pozisyonlar ve mücadeleyi hatırladığımda güzel bir karşılaşma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim Fenerbahçe - Beşiktaş maçının, hem de derbi standartlarında. Sezon başından beri rüzgarı arkasına almış Beşiktaş ile fırtınanın eşigindeki Fenerbahçe'nin Kadıköy'deki maçı basit bir mantıkla beraberlik kokuyordu. Beşiktaş, Fenerbahçe'ye nazaran saha içinde bu sezon daha verimli olsa da, Fenerbahçe'nin derbilerdeki farklı performansı ve evinde oynayacak olması mücadeleyi dengeleyecek gibiydi. Aslında maç hiçbir bölümünde dengeli oynanmadı, dengede bitti. İlk yarıda Beşiktaş üstünlüğüyle başlayan maç, Beşiktaş'ın üstünlüğünü Fenerbahçe ceza sahasına götürememesinden dolayı Fenerbahçe lehine döndü. Fenerbahçe'nin derbilerde müthiş bir özelliği var; üstünlük kurduklarında öpmeden bırakmıyorlar. Nitekim bugün de Hakan Arıkan'ın ikramını Niang geri çevirmedi ve maç o anda iyiden iyiye başka bir boyuta gitti. Golden sonra da ciddi ciddi yüklenen ve net pozisyona giren taraf Fenerbahçe'ydi. 7 dakika uzatma olmasından faydalanıp bastırdıkça bastırdılar ama 2'yi bulamadılar. Orada Cenk'in oyuna girmesinin payı var mıdır diye sorsalar cevabım kesinlikle evet. Zaten Beşiktaş'ın kalede Hakan en uçta da Nobre ile başlaması en büyük hatasıydı. Cenk şu anda hem Hakan'dan hem de Rüştü'den çok daha diri gözüküyor, yaşı da genç olduğundan hepsinden daha büyük geleceği olduğunu görmek zor değil. Hakan sadece golde değil başka 3 pozisyonda yaptığı hatalarla az daha maçı teslim edecekti. Nobre için fazla açıklama yapmaya gerek yok, karşılaştırdığım adamın Bobo olduğunu söylemem yeterli.

Aykut Kocaman ise daha fahiş hatalar yapıyor. Yaptığı oyuncu değişiklikleriyle maçın içinde hata yapınca oyunun ve takımın kötü etkilenmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bugün 45. dakikada Emre'nin çıkarılmasının izahı yok. Beşiktaş'ın 2.yarıda inanılmaz basklı olmasında bu değişiklik başrolde. Yine Stoch varken Alex'in yerine Baroni'yi oyuna almak 2.intihar. Fener'in 2.intiharından sonra doğruyu bulup Bobo'yu sokan Beşiktaş'ın bu fırsatı geri çevirmeyeceği de bas bas bağırıyordu. Maç boyunca yayında verilen istatistiklerde Fenerbahçe, Beşiktaş'ın yanına dahi yaklaşamadı evinde oynamasına rağmen. Zaten formsuz olan, sadece derbi ve seyirci gazıyla oynayan bir takıma bir de oyuncu değişiklikleri el freni oluyorsa maçı kazanmak için mucize gerekirdi, olmadı. Aslında Fenerbahçe Niang ve Dia ile maçı alıp götürebileceği pozisyonlara girdi ama bu maç bir takımın hakkıysa o Beşiktaş'tı, net.

İbrahim Üzülmez'in sağ kanatta oynaması garipti. 36 yaşında bir oyuncu ilk defa oynadığı yerde defansif anlamda hiç sırıtmadı bu bile oldukça yeterli. Quaresma maçın en etkili adamıydı, canı istediğinde oldukça olumlu işler yapabilen bir oyuncu olduğunu herkes çok iyi biliyor. Alındığında oldukça süreksiz olduğundan ben çok umutu değildim ama sezon başından beri belli bir istikrarı tutturdu. Yine de daha çok erken, sezon sonuna kadar yakından izlemek gerekiyor hem onu hem de Guti'yi. Maç içinde yanlışa giden ile maç içinde doğruyu bulan 2 takımın maçı berabere bitti, Galatasaray-Bursa-Trabzon sevindi, Beşiktaş üzülmedi, Fenerbahçe sıkıntıda diyebiliriz rahatlıkla...

19 Eylül 2010 Pazar

BUCASPOR 0-1 GALATASARAY


Öncelikle şunu söylemek lazım, Galatasaray Süper Lig'de herhangi bir maçı kazandığında inanılmaz sevinir hale geldi. Ali Sami Yen'den çok daha iyi ortam bulduğumuz, evimiz diyebileceğimiz İzmir'de Süper Lig'de daha bir elin parmağı kadar maç oynamamaış Bucaspor karşısında kazanılan bir maç taraftarda, teknik heyette ve futbolcularda maç öncesi bu kadar stres maç sonrası da sevinç oluşturuyorsa, bu strese sezon sonuna kadar dayanılabilir mi, emin değilim. Kabul edelim ki, Galatasaray her daim stresten beslenebilen, baskılı ortamlarda başarıya gidebilen bir takım oldu. Lakin kadroda önemli isimler bulunmasına karşın takım olamayan bir topluluğun sonuca gitme ihtimali YOK. Futbolun en önemli kuralı, bu oyunun en basit kurallarını uygulamak ve takım olabilmektir. Galatasaray'ın son 3 senedir takım olabildiğini söylememiz mümkün değil, bundan sonra olabilir mi? Çok zor ihtimal. Bu ihtimalin gerçekleşmesi için önce birkaç maçın kötü oynanasa da kazanılması gerekiyor ki 3 haftadır bu periyodu yaşıyoruz. Önümüzdeki 2-3 haftada ekstra olumlu sinyaller gelmezse umudumuzu kesebiliriz hep birlikte.

Rakibe ciddi üstünlük kurulamasa da galip gelinen Eskişehir ve Antep maçlarından sonra Buca maçı seriye bağlayabilmek açısından çok önemliydi, maçın Galatasaray'ın her zaman ritim tutturduğu İzmir'de olması da diğer bir olumlu faktördü. Ali SAmi Yen'de artık havasını bulamayan bir Galatasaray var, stattan ayrılacak olmamızdan mı yoksa 10 yıl öncesine göre oldukça uyuz bir taraftar topluluğunun bulunmasından mıdır bilemiyorum ama Ocak ayına kadar orada oynayacağımız kesin ve umarım evimize en az kayıpla veda edebiliriz. Çünkü deplasmanda zorlanan bir takımın başarılı olabilmek için olmazsa olmazı evinde sürekli başarılı olmaktır, bunun kaçarı yok.

Bugünkü Bucaspor maçı da girişteki 2 paragrafın bir özeti gibiydi. Berbat bir zeminde, düzgün zeminde bile ne yaptığı belli olmayan bir orta saha (Sarp-Ayhan) ile sahaya çıktı Galatasaray. Bu orta saha ile rakibi boğma şansı olmadığı artık herkesin malumu, topu aldığında ilk 3 opsiyonu geriye dönmek olan 2 oyuncuyla ileride aktif olma ihtimaliniz 0'a yakın. O zaman geriye yalandan baskı yapmak ve gol bulmak için rakibin önemli bir hatasını yahut oyuncularınızın bireysel çabasını beklemek kalıyor. Bugün 2. seçenekle Ayhan Akman sahneye çıktı. Bu gol Ayhan'ın Galatasaray'ın el freni olduğu gerçeğini değiştirmez, hep geri oynayan ve eleştirilen bir adam 3 puanı getiren bir gol attığında kral olacaksa ben o krallığı tanımıyorum arkadaş. 4.5 milyon avro bonservisle alınan, bonservisi de bırakalım ne kadar sağlam bir adam olduğunu iyi bildiğim Lorik Cana'nın kenarda oturmasını hazmedemiyorum, hem de Sarp oynarken. Bunların kolay kolay düzelmeyeceğini tahmin etmek zor değil zira ya Rijkaard'ın değişmesi ya da transfer(ler) gerekiyor ki, şu tarihte bu mümkün değil. Sözün özü en azından Ocak'a kadar diken üstünde maç seyretmeye devam.

Misimovic'i bu maçtan sonra eleştiren "7 aylıklar" olacaktır ama beklemek lazım. En azından 6-7 maça çıkmadan oyuncuları ne eleştirmeli ne de göklere çıkarmamalıyız, bunu son 2 yıldır çok net bir şekilde gördük. Çok kaliteli futbolcuların bu ülkede ne hallere düştüğünü yaşadık, yaşıyoruz büyük ihtimalle yaşamaya da devam edeceğiz. Dolayısıyla beklemeden ne olumlu ne de olumsuz hüküm vermemek en iyisi.

Genel olarak Türkiye Ligi'ndeki takımları yenmek için yeterli bir kadromuz olduğu açık ama hemen hiç kimsenin fazla umudunun olmaması birçok şeyi gözümüzün içine sokuyor. Buca'yı, Belediye'yi, Gençler'i yenince sevinçten havalara uçacağımız bir sezondayız, tadını çıkaralım.

16 Eylül 2010 Perşembe

ÖMER ERDOĞAN ve YÜKSELEN KARİYERİ


Bir futbolcu için Milli Forma'yı giymiş, Şampiyonlar Ligi'nin havasını solumuş ve şampiyonluk görmüş dense hemen herkes etkilenir o kariyerden. Bir de sonrasında Galatasaray'da da oynadı bu adam denirse, bu başarıları nerede yaşadığı da aşağı yukarı anlaşılmış olur. Aşağı yukarı diyorum çünkü bu durumu bozan istisnalar da var; bkz. Ömer Erdoğan. 2003-2004 senesinde Galatasaray'da oynayan Ömer Erdoğan o dönemde ne Milli Takım'a seçilebildi ne de şampiyonluk görebildi. Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra 2 yıllık bir Malatyaspor macerası yaşayan Ömer, 2006 yılında "bayrak adam" haline geleceği Bursaspor'a transfer oldu. 4 sene içerisinde yaşayacaklarını o dönem anlatsalar inanmazdı diye düşünüyorum şu anda. Disiplinli, temiz oynamayı çok seven Ömer Erdoğan'a bu özelliğin içinde yetiştiği Alman Futbolu'ndan miras kaldığını söyleyebilmek için futbolu çok iyi bilmeye gerek yok. 12 yıldır Türkiye'de oynasa da o disiplin hala satır satır okunabiliyor Ömer'in futbolunda. Kaptanı olduğu takımı hocası Ertuğrul Sağlam ile birlikte şampiyonluk yolunda hem de hiç şampiyonluk yaşamamış olmasına rağmen motive edebilmesi, 33 yaşında ilk kez giydiği Milli Takım'da sanki uzun zamandır oynuyormuşçasına rahat olması Ömer'i benim gözümde birkaç kat daha büyüten noktalar. Ne yalan söyleyeyim, Kadıköy'de gol attığı bir Fenerbahçe maçından beri sempatim büyüktür Ömer'e, her ne kadar o maçta her zamanki gibi yenilmiş olsak da. Tümünü Yasla
5 ay içinde bu kadar büyüyen bir kariyer örneğine kolay rastlamak mümkün değil. Şampiyonluğu, Milli Takım'ı, Şampiyonlar Ligi'ni ilk defa hem de 33 yaşında tatması geç gelse de ayrı bir tat vermiştir Ömer Erdoğan'a. Asıl verdiği şeyse büyük bir ders, tabii alabilecek genç oyunculara: Gerektiği gibi çalışıp, gelişiminizi sürdürdüğünüzde yaşınız kaç olursa olsun karşılığını alacaksınız. Bunu bizlere hatırlattığı Ömer Erdoğan'a bir kez daha teşekkür etmek gerekiyor.

15 Eylül 2010 Çarşamba

ŞİMDİ OLMADI BURSA, BİR DAHA DENE!!!


Neden böyle oldu? İlk sebep tecrübesizlik. Aslında başta Bursaspor taraftarı olmak üzere herkes acaba demişti. Şampiyonluk gibi benim Galatasaray'ın UEFA zaferine yakın bir değere sahip olduğunu düşündüğüm inanılmaz, efsanevi başarıdan sonra Bursaspor'un evinde Valencia'dan alacağı puan kimseyi şaşırtmayacaktı. Hatta David Villa, David Silva, Marchena gibi adamlarını göndermiş, Mata ve Soldado gibi şu anki kadronun en önemli isimlerini yedekte oturtan bir takımı yenmesi ise normal sonuç olarak algılanacaktı. İşte Bursa bu noktada kaybetti. Daha ilk Şampiyonlar Ligi tecrübesini gruplar düzeyinde yaşama onuruna erişen Bursaspor rakibine hazırlıksız yakalandı.

Maça Sercan Yıldırım ile başlamamak önemli bir hataydı Ertuğrul Hoca açısından. Nitekim Sercan girdikten sonra yaptıklarıyla çok net olarak hissettirdi bunu. Volkan Şen ile birlikte yalnızca o, Valencia defansını bir nebze olsun zorlayabildi. Ertuğrul Hoca Sercan'ı neden yedek bırakıyor bilemiyorum ama oyuncunun form durumu gayet iyi, eğer bir sorun varsa bunun bir an evvel çözülmesi gerekiyor. Bursa'nın tutuk ve daha ötesi Valencia'ya mahkum oynaması beni özellikle hayrete düşürdü. Uzun yıllar sonra ilk kez Avrupa Arena'sında boy gösteren bir takımdan daha istekli olmasını beklerdim. Zira bunu geçmişte Gençlerbirliği, Denizli ve Gaziantep örneklerinde görmüştük. Bu tutukluktan neyse ki seyirci nasibini almadı, yenen 4 gole rağmen her zamanki gibi büyük desteklerini gösterdiler. Aslında Bursaspor 30.dakikadan sonra biraz kendine gelir gibi oldu ama 1. golden sonra 2. golde de büyük katkı veren Tino Costa'ya mani olamadılar ve Sercan oyuna girene kadar bir kez daha oyundan düştüler. Bursaspor defansının ve kaleci Ivankov'un Süper Kupa'daki Trabzon maçı hariç bu denli güven vermediği bir maçı ben son zamanlarda hatırlamıyorum. Özellikle bir ara Ivankov maç içinde top tutabilecek mi diye merak ettim.

Geçenlerde Rıdvan Dilmen "Kimse Bursa'yı elini kolunu sallayarak, 3-4 gol atarak yenemez" demişti ama daha 2-3 gün geçmeden hemen bu acı mağlubiyet geldi. İşin gerçeği Valencia istese 6-7 gol atabileceği hissini de çok net bir şekilde verdi izleyenlere. Bu genç Valencia karşısında bu durumlara düşmek deplasmandaki maçı ve daha kötüsü Manchester maçlarını düşününce ciddi ciddi ürkütücü. Ama kimse Bursaspor'dan kesin üst tur veya kesin UEFA diye bir şey beklemedi, beklemiyor. Onlar geçen seneki büyük başarının ardından hak ettikleri Şampiyonlar Ligi'nde boy gösterecekler, bu sezon sonunda Avrupa adına elde kalan tek şey tecrübe olacak belki de. Bunun ötesinde başarılar gelirse bize yine alkışlamak düşer, başarısızlıkta ise Bursa'yı kimse hor görmemeli, kınamamalı. Daha iyi bir Bursaspor görmeyi elbette istiyoruz ama o Anadolu Destanı'ndan sonra bunun için de biraz hatta bir hayli zaman kredileri var, beklemek gerek.

14 Eylül 2010 Salı

GALATASARAY 1-0 GAZİANTEPSPOR


Eskiden olsa 2-3 gol atarak kazanacağı bir maçı ancak penaltıdan bir gol bularak kazanabildi Galatasaray. Özellikle 2.yarıda oyuncu değişiklikleriyle tempoyu bulmasına rağmen golü bulmayı başaramadı, penaltı olmasa belki daha da başaramayacaktı. 2008 yılına kadar bu tempo yapıldığında gol ve goller bulacağından emin olduğumuz bir takımken bu hale düşmek kolay değil elbette. Galatasaray her şeye rağmen buna göğüs gerebilecek bir kadroya sahip olsa da yönetimsel ve teknik hatalar yüzünden kaybedilen 2 koca sezon artı bu sezonun 3 haftası ve Avrupa Kupası kulvarı var. Bundan sonra takımın hızla düzelmesiyle elde kalan 2 kulvarda istenilen başarılar gelebilir, bir Galatasaraylı olarak bu orta seviyede bir umudum olsa da geçmişte olduğu gibi emin konuşamıyoruz takım hakkında.

Bugüne dönersek, rahmetli Metin Oktay'ın ölüm yıl dönümüne denk gelen bir maç oldu. M. Oktay'ı asla unutmadı Galatasaray taraftarları ve hiç unutmayacak. Antep maçında Insua ve Misimovic ilk kez forma giydi. Misimovic'in Galatasaray'ın Rijkaard'ın elindeki makus talihini yani 4-3-3'ü değiştirecek isim olduğunu düşünüyorum. Eğer Rijkaard 4-2-3-1'e bir şekilde dönebilirse Misimovic transferi daha bir anlam kazanacak. Sola yapılan transferin beğenilmesi için Liverpool'dan gelmesine gerek yoktu zira Hakan Balta'dan sonra oraya gelen hemen herkes takdir kazanacaktı. Balta'yı bir kenara bırakırsak, Insua ileri-geri iyi çalıştı zaten özellikle Ali Sami Yen'de oynarken hücuma katkı verebilmek çok önemli. İşte tam bu noktada Rijkaard'ın Milli Takım'da 2 maçta ilk 11'de forma giymiş Sabri'nin yerine Ali Turan'ı tercih etmesi kabul edilemez bir hataydı. Elano tercihi hataydı diyemem elbette ama Elano Galatasaray'a şimdiye kadar bir şey vermedi, vereceğe de benzemiyor. Elano'suz tercihler üzerine düşünmeli artık Galatasaray. Ayhan ve Sarp'ın olduğu bir takıma bir de Elano tankını koyunca iyice yavaşlıyorsunuz. Özellikle ilk yarıda Gaziantepspor'un Cim-Bom'a göre daha etkili olmasında bunların rolü büyük.

2.yarıda Sabri ve Aydın'ın girmesiyle tamamen öne doğru oynayan bir Galatasaray ortaya çıktı. Sabri, Insua, Aydın, Kewell, Misimovic ve Baros gibi hep ön tarafı düşünen oyuncularla sadece atak yapmıyorsunuz, rakibin öne çıkışlarına da set çekmiş oluyorsunuz. İlk yarıdaki Antep ataklarını 2.yarıda son 10 dakika hariç görmememizin en önemli sebebi buydu. Zaten sonra da yorulan Kewell yerine Pino girdi, hızıyla, etkisiyle Galatasaray'ın Antep üzerindeki tehdit katsayısını artırmış oldu. Misimovic'in takıma daha da alışması Galatasray'ın öndeki topları daha etkili kullanmasına ve direk olarak Baros'un veriminin artmasına yol açacak. Baros'un performansı takım arkadaşlarıyla %200 alakalı olduğundan Misimovic'in takıma ısınması sadece onun değil Baros için de çok önemli.

Olumsuz bazı noktalar da vardı 2.yarıda. Yıllardır taraftarın en çok giydirdiği oyunculardan Aydın Yılmaz'ın takımın ivmesini bir anda artırması düşündürücü. Aydın için iyi ama Cim-Bom için yaptığı transferleri gözden geçirmesini gerektiren bir nokta. Lorik Cana'nın hala Sarp ve Ayhan'ın oynadığı takıma girememesi hem onun hem de Rijkaard'ın hatası. Elinizde böyle bir adam var ve hala Ayhan ile oynuyorsunuz. Bunlar düzelecek, yavaş yavaş düzelecek. Ancak o zamana kadar Rijkaard'ın, yönetimin, takımın, taraftarın akıbeti ne olacak, takım ne kadar puan kaybedecek, bunlar ciddi ciddi büyük giz içeren konular. Bucaspor ve Belediye maçları takımın oturabilmesi açısından çok önemli. Kazanırsak önümüz açık diyemeyeceğim ama en azından takımın oturabilmesi, birbirine alışabilmesi için bu maçlarda iyi futbol ve 6 puan gelmesini çok istiyorum.

13 Eylül 2010 Pazartesi

12 KERE HELAL OLSUN


Turnuva öncesi "2.lik sizin, hiç oynamayalım" dense kabul etmeyecek kimse yoktu bu ülkede, oyuncular dahil. Son yıllarda, 2004'ten beri hedefi ev sahibi olduğumuz 2010 koymuş ama hedefe yönelik hiçbir başarı elde edememiştik. 2005, 2007 ve 2009 Avrupa Şampiyonaları boşa gitmişti, 2006 yılını dışarda bırakıyorum zira o sene hem Ümitler Avrupa Şampiyonası hem de A Milli Dünya Şampiyonası'nda halen hafızalarda olan güzel maçlar oynadık, zaferler kazandık. Ama bu sene yaptığımız bambaşka, 2001'den de, 2006'dan da ayrı. 2001'de evimizde düzenlediğimiz Avrupa Şampiyonası'nda her maçı son anda 1-2 sayı farkla kazanarak yürüdük ileriye, finale geldik. 2006'da genç kadroyla umduğumuzdan fazlasını bulduk, 6.olduk. Ancak bu sene yarı final öncesi oynadığımız her rakibi erittik, demir olsa duramayacaktı karşımızda. Önümüzdeki 5 seneye ciddi damga vuracak Sırbistan karşısında maçta doğru düzgün öne geçemememize rağmen konsantrasyonumuzla kazandık, finale çıktık. Finaller, ah şu finaller... Son 9 yılda evimizde düzenlediğimiz 3. büyük turnuva bu. Ve hepsini finalde kaybettik. 2001'de Sırbistan-Karadağ, 2006 Ümitler Şampiyonası'nda Sırbistan-Karadağ ve 2010 Dünya Şampiyonası'nda Amerika Birleşik Devletleri... Son adımları atabilsek şu anda çok önemli 3 şampiyonluğumuz olacaktı belki ama bu mücadeleye de şapka çıkarmak lazım. En az o kadar büyük bir şapkayı da Kevin Durant için çıkarıyorum, bambaşka bir oyuncu çünkü. İnsana NBA 2004 oynarmış gibi hissettiriyor. O kadar üçlük isabetini ancak o oyunda bulabilirsiniz zira. Başta turnuvanın ilk 5'ine seçilen kaptanımız Hidayet olmak üzere tüm oyuncularımıza, Irmak Kazuk'a kadar emeği geçen herkese teşekkürler, rüya gibi bir turnuva geçirdik. Bundan sonra önemli olan artık madalya alabilmek için ev sahibi olmayı beklememek. Türkiye Milli Takımı bazı şeyleri aşmalı, her yerde her şeyi yapabilen, madalya alabilen bir takım olmalıdır.

Tanjevic için ayrı bir paragraf açmak gerekir. Geçmiş yıllardaki hatalarındaki eleştirilerimiz hala geçerli. İyi yönetmedi başlarda 12 Dev Adam'ı. Ama gerek bu turnuvadaki formu gerekse turnuva öncesinde hastalık sürecindeki yiğitliği görmezden gelinemez. Tanjevic lider nasıl olmalıdırın dersini verdi oyuncularına, oyuncularsa dersten %100 nasıl verim alınır onu gösterdi. Bundan sonra takımda kalmalı mı, bence hayır, şimdi sıra sağlıkta derim ve çok eleştirdiğimiz Tanjevic'in hakkını da teslim ederim. Teşekkürler Montenegrin!!!

12 Eylül 2010 Pazar

UZUN YILLAR SONRA SIRP DUVARI'NI AŞMAK


Sırp Duvar'nı aşmak çok zor oldu. Ama biz bu duvarı sadece dünkü 40 dakikada değil, yıllardan beri aşmak için uğraşıyoruz. Bu duvar sırasıyla Yugoslavya, Sırbistan-Karadağ ve Sırbistan olarak hep çıktı karşımıza. Doğruyu söylemek gerekirse en uçtuğumuz anlarda hep bu duvarla yere indik, sınıf atlayacakken hep bu duvara çarparak sınıfta kaldık. Hep son dönemleri hatırlayan son dönemleri yaşayan bir millet olduğumuzdan EURO 2009 ve FIBA 2010'da kazandığımız maçlarla hatırladığımız Sırplarla son yıllarda olan ilişkimizi hatırlayarak dünkü maça gelmekte büyük fayda var.

Basketbolda U-16, U-18, U-20 ve A Milli olmak üzere 4 farklı seviye var. U-16 seviyesinde 2003 yılında finalde elenirken karşımıza Sırbistan-Karadağ çıkmıştı. O takımdan Cenk Akyol, Ersan İlyasova ve Oğuz Savaş şu anda takımımızda. Sırplarda ise Teodosic ve Tepic dün bize karşı takımdaydı. U-18 seviyesinde de 2 kez Sırplardan büyük tokat yedik. Az sonra değineceğim 2001 Avrupa Şampiyonası Finali'nde A Milli Takımlar seviyesinde bizi evimizde yenmeyi başaran Sırplara karşı aynı fırsatı biz de Belgrad'da U-18 seviyesine 2005 yılında yakaladık. O finali deplasmanda maalesef kaybettik. O takımdan şu anda Cenk Akyol ve Oğuz Savaş var. Sırpların şampiyon U-18 takımından Teodosic, Tepic ve Paunic şu anda Türkiye'de kadroda. 2009 yılında ise yine bu seviyede Sırplara yarı finalde boyun eğdik ve 3. olduk. 2009 yılında U-18 seviyesinde olup şu anda takımımızda olan oyuncu yok ama 2011 NBA draftında belki de 1.sıradan seçilecek Enes Kanter ve kendisi için şu anda 1 milyon dolar bonservis ödenmesi göze alınan Furkan Aldemir bu takımdaydı. 1-2 seneye kadar 12 Dev'den 2'si bu elemanlar olacak.

A Milli Takımlar'ın bir alt seviyesi olan U-20 seviyesine gelirsek, 1996 yılında Bursa-İstanbul ortaklığında düzenlenen şampiyonada 3.lük maçında Yugoslavya'ya elenerek 4.olduk. O Yugolarda şu anda Slovenya forması giyen Nachbar da oynuyordu. Bizde ise İbrahim Kutluay, Hüseyin Beşok ve Mirsad Türkcan vardı. 1998 yılında bu kez yarı finalde Yugolara yenildik ve sonrasında 3.olduk. Hidayet Türkoğlu, Kerem Tunçeri, Mehmet Okur, Ömer Onan ve Serkan Erdoğan o takımın oyuncusuydu. 2006 yılında 10 yıl aradan sonra bu kez İzmir'de düzenlediğimiz U-20 şampiyonasında yine finalde Sırbistan'a yenilerek 2. olduk. O turnuvanın MVP'si seçilen Ersan, Cenk, Oğuz, Semih ve Ömer Aşık şu anda takımımızda. Şampiyon Sırbistan'dan ise Tepic, Velickovic ve Paunic oynuyordu.

Sıra geldi A Milli Takımlara... Sadece Yugolardan değil A Milli seviyede yediğimiz en büyük tokattır 2001 Avrupa Şampiyonası Finali. Evimizde düzenlediğimiz şampiyonada şampiyonluğu elimizden yine Sırbistan-Karadağ almıştı. Açıkçası belki de o tarihte dünya basketbolunda ciddi bir gelişim gösterecektik o şampiyonlukla ama olmadı. 2003 yılındaki şampiyonada yine aynı takıma elendik. Bu maçlardan sonra 2009 Avrupa Şampiyonası'nda karşılaştık ve deyim yerindeyse ilk defa yıktık Sırp Duvarı'nı.

Evimizde oynadığımız dünkü maç daha önce düzenlediğimiz büyük 3 basketbol turnuvasında da bizi yenen Sırplar'a karşı ayrı bir önem taşıyordu. 2 kere evimizde finalde bizi yenen Sırpları yarı finalde yenip finale ulaşmak, basketbolun efsane takımı Amerika karşısına çıkabilmek çok önemliydi. Maça gelirsek, en çok zorlandığımız, neredeyse hiç öne geçemediğimiz tek maçtı. İçeride ve özellikle dışarıda bizden çok daha etkili bir takım görüntüsü verdiler. Ancak ev sahibi olmamız, yürekli oyuncularla oynamamız ve en yaşlı oyuncusu 83'lü olan Sırplara karşı daha tecrübeli adamlarımızın olması bizi finale uçurdu. Son periyotta hatta son 5 dakikada 10 sayı atan Kerem başrol oyuncusuydu. Benim lider oyuncu dediğim Ersan'ın hiçbir şey yapamadığı maçta bile güçlü ve dayanıklı bir takım karşısında kazanmayı başardık. Dün iyi oynayıp normalden fazla dakika alan Semih Erden'in blokunu da unutmamak lazım. Ersan kendini USA'ya saklamıştır diye geçiyorum içimden, öyle istiyorum. Kısacası dün aştığımız duvar bugün aşmaya çalışacağımız engelden çok daha büyüktü, bunun bilinmesi lazım. Sadece altın madalya için değil, altın madalya alanın 2012 Olimpiyatı vizesi alacağı maçta tarihimizde ilk defa olimpiyata gitmek için de savaşmalıyız, savaşacağız.


11 Eylül 2010 Cumartesi

KLASMAN MAÇLARI


Hep bizim olduğumuz, turnuvayı bitirdiğimiz maçlardı kalsman maçları. Şimdi son 4'e kalarak klasman maçları değil, yarı final hatta final oynayacağız, madalya alacağız. 9-24.'lük karşılaşmaları zaten hiç gündemde yer almadı da, 5-8.'lik maçları oynayan İspanya, Arjantin, Slovenya, Rusya takımlarının maçları dahi neredeyse hiç ilgi çekmiyor. Geçtiğimiz yıllarda orada şimdiyse burada olduğumuzu görmek, basketbol kalitesi ve prestij olarak ne kadar büyük evrim geçirdiğimizi düşünmek dahi ayrı bir keyif veriyor insana. Bu akşam belki daha da ileri boyutlara yelken açacağız. Ev sahibi olduğumuz 2001'den sonra 2010'da da bir final daha yaşayacağız belki ama bu belki çok kuvvetli umutların olduğu bir belki. Euro 2016'yı bir şekilde elimizden alan Fransa ve Platini'ye biraz daha mı kızgınım şimdi? Sanırım evet!!!

10 Eylül 2010 Cuma

ÖNÜMÜZDEKİ GALATASARAY


Milli Takım arası bitti, yeniden liglere dönme vakti. Ramazan sebebiyle İddaa'ya ara verenler varsa onlar da dönüş yapıp çifte bayram yaşayabilir. Tabii Galatasaray için de yeniden dönüş vakti. Utanç verici sezon başlangıcından sonra müzesinde çokça bulunan 2 yerel kupa için mücadele edecek Galatasaray. Aslında Galatasaray taraftarının bu 2 kulvara verdiği önem rakiplerine göre oldukça geridedir, Avrupa Kupaları'nda alınacak bir çeyrek final, Türkiye Şampiyonluğu'ndan çok daha önde Cim-Bom taraftar nazarında. Ancak bu sezon bu olay geçerli değil. Avrupa'dan erken dönülmesinin ardından, mantıklı bakıldığında kolay görünmese de taraftarı bu sezon kesecek tek şey lig şampiyonluğu. İşte kalan bu hedef için çıkılacak uzun yolculuğun ilk haftası olması bu haftayı önemli kılan nokta. Gelen 2 transfer takıma ve Rijkaard'a ne kadar intibak etti veya edecek, burası soru işareti. Rijkaard halk arasında total diye bilinen ütopya futbol anlayışını Türkiye'ye uyduramadı. Şimdi Türkiye'ye açık ara en uygun sistem olan 4-2-3-1'e dönüş yapacak gibi görünüyor. Insua ve Misimovic'in gelmesi bu sistemde Galatasaray'ı kesinlikle güçlendirdi. Normal şartlarda Galatasaray'ın hedefe ulaşmaması için hiçbir sebep yok ama Karpaty Lviv'i elememesi için de hiç olmayan sebeplerin bir anda ortaya çıkması gibi yeni sebepler türeyebilir. Dolayısıyla Galatasaray normal şartlarda özellikle Sami Yen ve Telekom Arena'da her maçını kazanmalı lakin önceki dönemlerdeki gibi maç öncesi rahat olamayacağımız kuşkusuz. Son dakikalarda dahi taraftarının rahat olamadığı bir takım haline geldi Galatasaray, özellikle geçen sezon son dakikalarda çok puan kaybettiğimiz maçlarda net olarak gördük bunu.

Çok fazla umutvar olmasak da artık önümüze bakacağız. 4-2-3-1’e dönen Galatasaray’ın şansı ne? Galatasaray bu sistemi özellikle Misimovic transferinden sonra başarıyla oynayabilecek bir takım haline geldi. Kaleye yeni transfer yapılmaması, Ufuk’a güvenilecekse, memnuniyet verici. Ufuk en az Onur Kıvrak kadar potansiyelli, ilk yarı sonuna kadar şans verilirse Galatasaray’ın uzun yıllar gözünü kırpmadan kaleyi vereceği bir oyuncusu olacak. Defans hala tam olarak Rijkaard’ın istediği defans değil. Özellikle Servet-Rijkaard ekürisinden tam randıman alma ihtimalimiz yok gibi. Sol beke yapılan Insua transferinden sonra Servet’in kulübeye Balta’nın göbeğe çekilme durumu var ama Balta bu formuyla odun dahi kesemez. Servet mücadelenin ön plana çıktığı Türk Futbolu’na son derece uygun bir oyuncu. 4-2-3-1’e dönünce daha iyi bir performans göstereceğini düşünenler olabilir ama sistem değişse de zihniyet Rijkaard zihniyeti olacağından topla ilişkisi ateş-barut misali olan Servet’ten üstün performans alınması çok zor. Insua-Sabri beki ise tam olarak Rijkaard’ın anlayışına uygun, ileriye sınırsız destek veren oyuncular. Savunma anlamında eksikleri var lakin genel olarak artıları eksilerine çok baskın gelecek bu adamların, özellikle Ali Turan-Hakan Balta ikilisinden sonra.

Galatasaray’ın asıl sancısı orta sahada. 4-3-3 oynarken 3 oyuncuya giydirmek zorunda kalan Galatasaraylıların hedefinde 4-2-3-1’e dönünce 2 oyuncu olacak. Şaka bir yana Lorik Cana’nın formunu bulmasıyla şüpheli oyuncu sayısı 1’e düşecek. Burada form durumu iyi olanın oynatılmasıyla Ayhan-Barış-Sarp-Musa Çağıran dörtlüsünden en iyi verim almak zorunda Galatasaray. Sakatlık olmadığı sürece Arda – Misimovic ve Baros’un yeri garanti ön tarafta. Arda konusunda yapılması gereken bu adamın Milli Takım performansına erişmesinin sağlanması, fazlasına gerek yok. O performansı verdikten sonra bu hem beyin Misimovic hem de forvet Baros’un işini kolaylaştıracak, takımın karşı kaleye çok daha rahat gitmesini sağlayacak. Sağ taraftaysa belirsizlik var, forma rekabeti yaşanacak, kesin bir isim yok şu anda. Elano – Pino – Aydın – Serdar dörtlüsü forma bulabilir ama son 2 ismin deyim yerindeyse kendine hayrı yok ki Galatasaray’a olsun. Aydın son 2 maçta kıpırdasa da Galatasaray taraftarı artık ondan ümitli olmamaya neredeyse ant içmiş durumda. Elano ve Pino’dan hangisi tercih edilecek bilemiyorum ama ben olsam sağlam olduğunda Pino’yu oynatırım. Elano’nun Galatasaray’a ne kadar faydalı olabildiği ortadayken yırtıcı özelliğiyle ön planda olan, gelişim göstermesi kuvvetle muhtemel bir adama o şansı tanımak çok daha mantıklı gibi görünüyor. Bir de alt yapı var tabii. Galatasaray normalde alt yapıya önem veren bir kulüp olarak bilinir. Frank Rijkaard da gençleri sever diye bilinen bir hocadır ancak ilk senede bunu da göremedik Rijkaard’dan maalesef, başka hiçbir şeyi de göremediğimiz gibi. Emre – Sinan – Cumhur – Berkin – Anıl ve hatta yeni gelen İbrahim Selen’den herhangi biri takıma girebilecek mi, merakla bekliyorum.

Her zaman söylediğim gibi kadro olarak asla yabana atılmayacak bir takım Galatasaray. Ama teknik heyetle ülke futbolu arasında bir türlü doku uyuşumu sağlanamadı, bu saatten sonra da ben sağlanacağına inanmıyorum. Türkiye Şampiyonluğu için gerekli ilk şeyler yüksek konsantrasyon ve mücadele olduğundan teknik heyet istenen düzeye gelemese de bu başarının yakalanma ihtimali %0 değil. Türk Telekom Arena faktörü de unutulmamalı. Buradan bakıldığında bu sezon için Galatasaray böyle görünüyor. Bir Galatasaraylı için yaşananlar hiç iç açıcı değil, geleceğin de çok fazla umut vaat ettiği söylenemez. “Galatasaray’ın olduğu yerde her zaman umut vardır” sözüne iman ettiğimiz için sessizce bekleyeceğiz, tabii kimseye büyük ümitler aşılamadan.

9 Eylül 2010 Perşembe

YARI FİNALDEYİZ --- TÜRKİYE 95 - 68 SLOVENYA


Hedefe doğru Türk basketbol tarihinin açık ara en büyük ivmesiyle hep daha da hızlanarak gidiyoruz. En büyük ivmesiyle diyorum zira şanslı kuşaklardan birine mensup olarak 2001 yılındaki Avrupa Şampiyonası Finali'ni, o turnuvayı çok net hatırlayan biri olarak bu kadar dominant bir Milli Takım kesinlikle olmadı şimdiye kadar. Yine evimizde final oynadığımız o turnuvada maç da kaybettik, kazandığımız tüm maçları büyük bir çekişme sonunda seyircinin inanılmaz katkısıyla kazandık. Bu turnuvada 2001'den çok farklı olarak tüm maçlarımızı kazanıyor, hatta rakiplerimizi eziyoruz. 2001'deki turnuvada bizi yenen 2 takım vardı ve bunlardan biri bugün ezip geçtiğimiz Slovenya, diğeri de yarı finaldeki rakibimiz Sırbistan. Bu turnuvada ise grup maçlarından itibaren rakiplerimize hiçbir şans tanımadık. En çok zorlandığımız Porto Riko maçında dahi ilk yarı hariç olukça rahat bir oyun oynayarak kazandık. Avrupa basketbolunun çok önemli ekiplerinden Rusya, Yunanistan ve Slovenya gibi takımların kafasına vura vura aldık galibiyetleri.

Bugünkü Slovenya maçına gelirsek, attığını sokabilen 2 takımın mücadelesi olacaktı. MAçın ilk 5 dakikası da bu yönde geçti. 2 takım da yüksek yüzde ile başladı ve Slovenya'dan 5 dakikada 11 sayı yedik. İşin güzel yanı sonrası 10 dakikada yediğimiz sayı sadece 12'ydi. 2.periyodun ortasına kadar oyunu ve rakibi o kadar sıktık ki, maç Dünya Şampiyonası Çeyrek Final maçından çok basit bir lig maçına döndü. Tabii bunu oyuncu kalitesi açısından değil mücadele yönünden bakarak söylüyorum. Saha içinde Hidayet, Ersan ve Sinan'ın önderliğinde herkesten verim alarak, oyunun ağırlığını 10 oyuncumuzun üzerine ciddi oranda yayarak oynuyoruz. Hem içerden hem dışardan, ki bugün genelde dışardan, çok yüksek verim alıyoruz. Turnuva başında bunun 1-2 maçlık olup olmadığını sorgularken artık takımı daha rahat seyredebiliyoruz. Bunda 12 Dev Adam'ın Ersan gibi komple bir oyuncuya sahip olmasıyla birlikte Hidayet'in artık egosundan vazgeçip kendini takıma adamasının da inanılmaz büyük payı var. 5 atış denemesi yaparken 7 asistini olması bunun en büyük göstergesi.

Şimdi C.Tesi ve Pazar olmak üzere 2 maçımız var önümüzde. Sırbistan bizim için her zaman aşılması çok güç bir rakip oldu. Geçen sene 2.gruplarda onları yensek de yine ev sahibi olduğumuz 2001'de finalde bizi yenerek umutlarımızı söndürmelerini hiç unutmadık. Bu oyunla onları da kolay yeneriz ancak Sırp ekolünü ciddiye almak ve en az şimdi olduğumuz kadar sert olmak zorundayız. pazar günkü finalde olmak en büyük dileğimiz!!!

8 Eylül 2010 Çarşamba

İKİDE İKİ --- TÜRKİYE 3-2 BELÇİKA


Ölüp ölüp dirildiğimiz bir karşılaşma daha oynadık. 2 yıl evvel Fatih Terim yönetiminde oynadığımız Belçika maçına başı itibariyle benzese de Allah'tan sonu itibariyle benzemedi. O dönemde ilk puan kaybımızı yaşamış ve daha sonra da bir türlü tutturamamıştık. Bu galibiyetle en azından 2.lik için büyük adım atmış olduk. Almanya maçı öncesi 2 maçımızı da kazanarak Almanya'ya sürpriz yapmaya, büyük bir sonuç almaya gitme fırsatına ulaştık. 2 maçımızı kazanmış olmamızın da etkisiyle daha bir konsantre olacağımız, Berlin'de büyük bir şevkle oynayacağımızı düşünüyor, 8 Ekim'deki önümüzde yaklaşık 1 ay olan bu maçı büyük bir heyecanla bekliyorum.

Belçika maçına dönersek, büyük bir hata ile başladık maça. Yorumcular dahi dinleyebildiğim kadarıyla "Koskoca Hiddink canım, bir şey vardır aklında" diye başlayan cümleler kuruyorlar. Böyle bir krediye sahip olması Hiddink adına, bu krediye sahip teknik adama sahip olmak da Türkiye adına çok önemli. Ama bu büyük önem Hiddink'in çok basit bir hata yaptığı gerçeğini değiştirmiyor. Türk Milli Takımı'nın en belirgin özelliği, defansif, oyunu tutmaya çalışan tipte oyun anlayışını bir türlü beceremediğidir. Türk Milli Takımı'nın bugüne kadar 5 ve üstünde maçını izleyen herkes bunu rahatlıkla görebilir, Guus Hiddink'in de görmesi ve bilmesi gerekirdi. Ha bilmiyorsa da kesinlikle ve kesinlikle bu akşamdan sonra öğrenmiş olması şart. Tuncay Şanlı'yı tek forvet bırakıp arkada 4 defansif yanı ofansif yanından güçlü( Aurelio, Selçuk, Emre, Hamit) oyuncuyla oynamak, özellikle bunu iç sahada ve Belçika karşısında yapmak, intihar gibi bir şey. Belçika Milli Takımı'nın da ekmeğine yağ süren bir taktik oldu bu. Zira arkaya yaslanacak ve uzun boylu olan oyuncularıyla duran toplarla gol arayacak olan Belçika en çok istediği Türkiye'yi karşısında buldu ilk yarıda bugün. Ve şu anda en formda oyuncularımızdan olan Onur'un hatalarından bu golleri de buldular.

İlk yarıda maçta yorumcu olan Rıdvan Dilmen hemen her evde dillendirilen forvet girmesi konusunu sık sık söyledi. Tuncay'ın tek forvet olmasıyla gol bulma şansımızın düşük olduğunu gören Hiddink Semih'i oyuna soktu ve maç bir anda değişti. İsmail Köybaşı'nın hücuma daha fazla katkı vermesi de eklenince daha 2.yarının 3.dakikasında golü bulduk. Vincent Kompany'nin dengesiz futbolunu kırmızı kartla süslemesi işimizin çok daha kolaylaşması anlamına geliyordu. Karttan hemen sonra rakip defansın dengesiz yakalayarak golü bulduk. Evimizde oynarken, geriden gelerek öne geçmişken Belçika'nın bizi yakalama durumu olmaması lazım ama duran top hastalığımız yine baş gösterdi. Onur'un burada da hata yapması onu Hiddink'in gözünden düşürdü mü merak ediyorum açıkçası. Yine de maçı bırakmayarak, isteyerek, biraz da şansla 3.golü bulduk. Bu golün Arda'nın vuruşuna Fellaini'ye çarparak olması ayrı bir anlamlıydı zira Fellaini Arda'nın iyi oynadığını görünce ona kasti bir tekme attı ve Arda o dakikadan sonra kendini toparlayamadı, 3. golümüz o olayın kefareti gibiydi.

2 maç, 6 puan. Görüntüye göre istediğimizi aldık ama başta Hiddink olmak üzere bizde değişmesi gereken bazı şeyler var. 1 ay tabii ki bunun için yeterli bir süre değil, 2012'ye gitmeyi başarmalı ve yaklaşık 2 yıllık bu süreçte bu sıkıntıların üstesinden gelmeliyiz. Orta sahamız oyuna daha fazla hükmetmeli, defansımız özellikle duran toplarda çok daha iyi yerleşmeli ve forvetimiz maçın belli bölümlerinde değil her daim etkili olmalı, olamıyorsa da en azından rakibi tehdit etmeli. Bunlar için 2012'ye kadar vaktimiz var, tabii önce bileti almak şartıyla.

5 Eylül 2010 Pazar

ÇEYREK FİNALDEYİZ --- TÜRKİYE 95 - 77 FRANSA


Maçın ilk yarısı için diyebileceğim tek şey Kadir Geceniz mübarek olsun, izleyemedim zira ilk yarıyı. Ancak 43-28 gerçekten büyük bir skor takımımız için. 2.yarıya başlarken olayın bizim için çok iyi gittiğini deyim yerindeyse aktığını hissettiren bir skordu ilk yarı sonucu. Maçı izlemeden bu skoru gördüğümde Ersan İlyasova'nın harika bir maç çıkardığını düşündüm ilk olarak. Ersan'ın iyi oynaması beni gerçekten inanılmaz mutlu ediyor, zira onun hem sertlikten uzak hem sert basketbolu mest ediyor. Kaan Kural'ın "Ersan'ı izlemek gibi büyük bir keyif yok" sözüne katılmamak elde değil. Ama bu akşam Ersan'ın takımın lider performanslarından birini sergilemediğini görünce çok daha fazla sevindim. Bizim takımımız Ersan'ın, Hidayet'in, Kerem'in üst seviye oynamadığı zamanlarda da önemli maçları kazanabilirse büyük turnuvalarda adını duyurabilir, burası çok net. Maçın kısa analizine girmeye dahi gerek yok, zira bir son 16 karşılaşmasına göre beklenenden inanılmaz kadar daha kolay geçen bir maç oldu. Sinan Güler'in muazzam katkısı, Hidayet'in 20 sayıya gelene kadarki formu, Ömer Aşık'ın içeride Shaq modunda dominant olması ve Fransa gibi savunmasıyla ön planda olan bir takıma 95 sayı atmamız günün önemli noktaları. Kerem'in önemli bir sakatlığının olmaması en büyük dileğimiz. Hidayet'in ritmini bulduktan sonra kısa bir dönem sapıtması ise onun ve bizim açımızdan düşündürücü. Hidayet'i mental olarak sürekli kontrol altında tutmalı, takımın ona hizmet etmesindense onun takıma hizmet etmesini sağlamalıyız. Futbol Milli Takımı'nın salona gelerek takımı desteklemesi, atılan her basketten sonra sevinmesi de bizler adına güzel bir tablo oluşturdu. Devamını Salı günü onlardan bekliyoruz. Şimdi çeyrek finalde rakip Slovenya. Bugün Avustralya karşısında onlar da beklenenden çok daha rahat kazandılar. Bu arzumuzu ve formumuzu korursak seyircimiz önünde şansları yok ama kolay bir maç da olmayacak. Fransa maçına göre çok daha zevkli ve çekişmeli bir maç çarşamba günü bizleri bekliyor.

4 Eylül 2010 Cumartesi

HAK YERİNİ BULDU --- İSPANYA 80-72 YUNANİSTAN


Yunanistan'ın bugün kaybetmesi ancak başlıkla açıklanabilir. İspanya ile eşleşmemek için Rusya maçında hiçbir şey yapmayıp yenilgiyi baştan kabullenmeleri Yunan halkı dahil tüm basketbolseverlerin sempatisini kaybetmelerine yol açmıştı. Bugün de eşleşmek istemedikleri İspanya son 16'da Yunanistan'ın işini bitirdi. 2 takım birbirine yakın görünse de maç öncesi bana göre Yunanistan biraz daha öndeydi. İspanya'nın gruplarda ritmini bulamamış olması, Pau Gasol gibi en önemli oyuncusunun Türkiye'ye gelmemiş olması İspanya adına ciddi handikap oluşturuyordu. Yunanistan'ın da Papaloukas'ın eksikliğinin yanında grupta Rusya ve Türkiye gibi en ciddi rakiplerine yenilmiş olma durumu vardı ama Rusya maçında yenmemek için oynadıklarını bizim de ev sahibi olduğumuzu unutmamak lazım.

İspanya, Türkiye, Arjantin, Amerika gibi takımlarla oynarken en iyi oyuncularınızın kesinlikle iyi bir performans göstermesi şart. Yunanistan kazanmak için bunu Spanoulis, Diamantidis ve Bourousis ile sağlamak durumundaydı. Diamantidis'in iyi performansına Spanoulis ve Bourousis ayak uyduramayınca Yunanistan ilk 8'i göremeyerek ayrılacak Türkiye'den. Yunanistan koçu Kazlauskas Schortsinatis'te çok ısrar etmesinin ve aksine Tsartsaris'i hiç kullanmamasının bedelini ağır ödedi. Tsartsaris pota altını çok iyi kullanıyor ama Kazlauskas onu küçük maçların büyük oyuncusu durumuna getirdi. İspanya tarafında ise durum Yunanistan'ın tam tersiydi. Grupta büyük performans göstermeyen oyuncular, bu maçın öneminin bilincindeydi. Navarro ve Marc Gasol önderliğinde maçın çok az bir bölümü haricinde full konsantre oynamayı başardılar. Navarro'nun Murat Murathanoğlu'nun deyimiyle "göz yaşı damlası" atışları çok iyiydi açıkçası. İspanya'nın en büyük sıkıntısı Ricky Rubio. Bu adamı tam 3 sene evvel çıplak gözle izlemiş biri olarak hiç gelişim kaydetmediğini söyleyebilirim. Daha 18 yaşında 4.2 milyon avroluk bir bonservis bedeli ödenmiş bir oyuncu olması kendisinden ne kadar büyük beklenti olduğunun göstergesi. Eğer önce Avrupa sonra da NBA'e damga vurmak istiyorsa yüksek ivmeli bir gelişim kaydetmeli.

İspanya bu galibiyetle kendine gelebilir mi? Şimdi sırada Hırvatistan maçını beklenenden daha fazla zorlanarak kazanan Sırbistan var. Normal şartlarda İspanya'nın çok da zorlanmayarak kazanması lazım ama elemeli maçlarda sürpriz sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Nenad Krstic'li Sırbistan hazırlık döneminde bizi üst üste yenmeyi başarmıştı, yabana atılmayacak bir takım.

3 Eylül 2010 Cuma

ADNAN POLAT - %100 FUTBOL


Galatasaray Başkanı Adnan Polat dün akşam katıldığı %100 Futbol Programı'nda son dönemde yaşananlara açıklık getirmeye çalıştı. Galatasaray Başkanları kolay kolay açık oturumlara, canlı yayınlara katılmazlar. Buradan dahi ortada olağanüstü bir durumun söz konusu olduğunu ilkokula giden bir çocuk bile anlayabilir. Son dönemde yaşanan sıkıntılara başta Adnan Sezgin, Frank Rijkaard, Haldun Üstünel ve oyuncular, kısaca futbol takımı olmak üzere cevap verdi Adnan Polat. Aslında oldukça rahat göründü, sorulara kendinden emin cevap verdi lakin Türkiye'de bu tip canlı yayınlarda konukların söylediklerine çok fazla itiraz edilmediğini, zorlayacak sorular sorulmadığını düşünürsek dün akşam Rıdvan Dilmen'in aklına gelen her şeyi sorması dahi Başkan'ın gerçekte hiç de rahat konumda bulunmadığının göstergesiydi. Aslında her şey sorulmadı ama Güntekin ve Rıdvan ortalama bir programa göre daha fazla bilgi aldılar Başkan'dan. Olması gereken tüm can alıcı soruların sorulmasıdır ve dün bunun fena sayılamayacak bir örneği yaşandı ama Türkiye'de böyle geçen programların sayısı bir elin parmaklarını geçmedi bugüne kadar.

Konumuza gelirsek, Cevad Prekazi konusunda Cevo'nun tüm söylediklerinin gerçek olduğunu anladık başkanın açıklamalarından. Ama menajerlerle alakalı durumlardan ötürü Jovanovic transferinin bitirilmediğini söyledi. Aslında Rijkaard'ın beğendiği bu kadar ucuz bir adam 1 milyon dolar için elden kaçırılmamalıydı derim ama uyanık Sırp menajerlere prim vermemek istemiş olabilirler. Gerçi son zamanlarda ne menajerlere ne primler verildi bu ülkede bunu hatırlayınca yine kızmadan edemiyorum. Keşke Cevo'nun kalbi kırılmadan bu iş halledilebilseydi, hala gönlü alınabilir diye düşünüyorum.

Anlaşılan başka bir nokta ise Adnan Polat, Adnan Sezgin'den vazgeçmeyecek. Ama Galatasaray taraftarı Adnan Sezgin'i çoktan sildi bunu bilsin. Sezgin yüzünden kendisinin dahi silinme tehlikesi olduğunu da bilmeli tabii. En az kendisinin 92-96 döneminde sevildiği kadar taraftarlarca sevilen Haldun Üstünel'le hala görüştüğünü, sevdiğini falan söyledi ama burası işin traş kısmı. Ben bu noktada Haldun Üstünel ile olan fikir ayrılıklarını sormasını beklerdim Güntekin'den zira Rıdvan'ın aklı saha dışına çok ermez. Frank Rijkaard ile mümkün olursa uzun dönem çalışacağı minvalinde konuştu Adnan Polat, hatta Rıdvan'ın ısrarla sonuç ne olursa olsun bu böyle mi sorusuna da "evet" diyerek. Takım 3 maç daha kaybetsin Polat'ın gözü Rijkaard falan görmez. Nasıl geçmişte sözleşme yenilediği Gerets ile yolları ayırdıysa yine aynısı olur. Futbolculara giydirmedi ama onlara kızgın olduğunu Galatasaray'ı birazcık takip edenler iyi bilir. Yeni yapılan 2 transferden sonra takımdan ümitli olduğunu, artık topun Rijkaard'da olduğunu söyledi ki burada kısmen haklı. Kaleci konusunda Türk kalecilere güvendiklerini abartılı biçimde söylerken, ben orada olsam "Madem güveniyordunuz Sanctis ve Franco kazmalarının bu ülkede işi neydi" diye sorardım, sorulmadı. Şampiyonluktaki en önemli rakibin Fenerbahçe olduğunu söylerken en çok haksızlık ettiği takımın Bursaspor oluğunu düşünüyorum başkanın. Şu Galatasaray'dan da, Fenerbahçe'den de çok daha önde Bursaspor şampiyonluk yarışında.

Daha sonra amatör sporlara geldi konu. Amatör sporlarda büyük atılımlar yapacaklarından, şu anda bunun için alt yapıyı kurduklarından bahsetti. Fenerbahçe'nin sadece stattan son 7 yılda 210 milyon dolar fazla kazandığından, amatör sporlarda önde olmasında bunun da payı olduğundan dem vurdu. Burası doğrudur, amatör sporlarda her sene şampiyon olmasak da son dönemde belli atılım ve açılımlar yaptık, görünen o ki daha da yapacağız. Zira amatör sporlar da bizim kulübümüz için çok önemli olmuştur uzun yıllar boyunca, günümüzde de bu önemini korumalıdır. Başarısızlığın en önemli sorumlusunun kendi olduğunu açıkça söylemesi en büyük artısı Adnan Polat'ın lakin 2 yıldır bunu söylemesine rağmen herhangi bir başarı gelmiyor. Bence artık başarısızlığın sorumluluğunu üzerine almaktan çok nasıl başarının geleceğine odaklanma vakti. Tabii hala bunun bu yönetim yapısı ve bu teknik heyetle olacağını düşünmüyorum.

2 Eylül 2010 Perşembe

TÜRKİYE 87 - 40 ÇİN


Direk net bir giriş yapıyorum: Bu kadar ciddi seviyede gruptan çıkacak kalibrede bir takım karşısında bu kadar rahat bir karşılaşma oynadığımızı ben hatırlamıyorum. 4 oyuncumuzu hiç kullanamdığımız, Hidayet'in 10 dakika oynadığı bir maçta daha önce az dakika almış oyuncularımızı kullanarak bir sonraki tur için güven vererek, çok önemli destek veren Ankara seyircisine teşekkür ederek harika bir galibiyetle ilk turu bitirdik. Maçın teknik-taktik analizine girmek ne kadar doğru bilemiyorum zira maçın belli bir noktasından sonra bizim mahalle arasında oynadığımız basketbolla sahadakini kıyaslarsam mahalledeki elemanlara ayıp etmiş olmaktan korkuyorum. Sadece boyalı alan rotasyonumuzu oluşturan 3 oyuncumuzdan (Semih-Ömer-Oğuz) inanılmaz verim aldık. Bu 3 oyuncumuz toplamda 55 sayı, 29 ribaund, 6 blokluk bir istatistik tutturdu. Çin'in uzun rotasyonu oldukça zayıf ama grup 1.liğinin garanti olduğu bir karşılaşmada bu verimi alabilmek bence çok önemli.

Artık önemli olan İstanbul'daki eleme karşılaşmalarına konsantre olabilmek. Geçen seneki Avrupa Şampiyonası'nda da çok iyi başlamış sonra art arda mağlubiyetleri tatmıştık maalesef. Grup maçlarını namağlup tamamladığımıza göre evimizde bir şampiyonluk diyorsak turnuvayı namağlup tamamlayacağız demektir bu da en üst seviyede konsantrasyon, tutku ve istek gerektiriyor. İlk rakip Fransa. Kadro derinliği çok kötü bir takım Fransa. Bizim de kadro derinliği konusunda bazı şikayetlerimizi mevcut ama az dakika alan oyuncularımıza güvenebileceğimizi Çin maçında gördük. Fransa B.Diaw, Batum, Gelabale, Koffi gibi 4 oyuncu üzerinden yürümeye çalışan bir takım. Grupta en tutuk göründüğümüz Porto Riko maçı dahil, grup performansımızı diğer turlara taşıyabilirsek ileriye yürümememiz için hiçbir neden yok. Günün en sevindirici olaylarından biri de İspanya ile eşleşmemek için Rusya'ya maçı veren Yunanistan'ın Yeni Zelanda'nın sürpriz galibiyeti sonrası İspanya ile eşleşmesi. Belki İspanya'yı eleyecek kalibrede bir takım Yunanistan ama böyle ucuz hesapların her zaman tutmaması hak-hukuk adına güzel oldu.

2.Turdaki diğer eşleşmeler ve benim favorilerim;

Sırbistan - Hırvatistan
İspanya - Yunanistan
Slovenya - Avustralya
ABD - Angola
Rusya - Yeni Zelanda
Litvanya - Çin
Arjantin - Brezilya